FOSİL-OLASILIK İKİLEMİ VE KESİNTİLİ DENGE KURAMI
1 sayfadaki 1 sayfası
FOSİL-OLASILIK İKİLEMİ VE KESİNTİLİ DENGE KURAMI
Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemin başından itibaren Huxley’le ve daha sonra başkalarınca da ortaya konan sıçramacı modellere, özellikle ateist-evrimciler tarafından ciddi itirazlar gelmiştir. Sıçramacı modeller özellikle fosil kayıtlarının eksiklikleri yüzünden ileri sürülmüştü; sıçramalı bir şekilde türler değişiyorsa, bu kadar çabuk değişen türlerin değişimini belgeleyen fosilleri bulmak zordu. Richard Dawkins, büyük değişikliklerle evrimin oluştuğunu savunanların, Fred Hoyle’nin benzettiği gibi, ‘hurdalıkta esen bir kasırganın Boing 747 uçağını yapmış olabileceğine’ benzer bir görüşü savunduklarını söyler. Bu tarz değişimlerin olasılık açısından imkânsız olduğunu vurgular.162 Ayrıca değişim ne kadar büyükse, zararlı etkisinin o kadar çok olacağını ve böylesi bir değişimle yeni bir tür oluşabilseydi bile; bunun, kendine eş bulmakta çekeceği zorluk nedeniyle, bu değişimi yeni nesillere aktaramayacağını söyler.163 Eğer Dawkins’in benimsediği gibi ateist bir Evrim Teorisi savunulacaksa, Dawkins’in büyük değişimli (makro mutasyonlu) Evrim Teorisi’ni savunanlara yaptığı itirazlar tamamen yerinde görünmektedir. Huxley’in ve sonraki sıçramalı evrim savunucularının birçoğu, teistik bir evrimi savunmayı düşünmemişlerdi. Huxley’in yaşadığı dönemde, canlıların biyolojik yapısının moleküler seviyede ne kadar karmaşık olduğu bilinmiyordu, bu yüzden Huxley’in olasılık hesapları açısından savunulması imkânsız görülen sıçramalı değişimli evrim görüşünü savunduğu söylenebilir. Fakat moleküler seviyedeki karmaşıklık anlaşıldıktan sonra da bu görüşe yakın fikirleri benimseyenler olmuştur. Bunun en önemli sebebi, fosil kayıtlarında yüz binlerce türün varlığı tespit edilmiş olmasına rağmen; türden türe yavaş aşamalı geçişleri gösteren fosillerin bulunamamış olmasıdır.
Yakın dönemde fosil kayıtlarındaki bu boşlukları açıklamak için ünlü evrimci biyolog ve fosilbilimciler Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould ‘kesintili denge’ (punctuated equilibrium) kuramını ortaya attılar.164 Bu kuramı onlar dışında Hallam, Raup, Stanley, Vrba gibi ünlü bilim insanları da onaylamaktadır.165 Bu görüşe göre yeni özelliklere sahip türler, Darwin’in ve takipçilerinin zannettiği gibi küçük değişikliklerin bir araya gelmesiyle oluşmaz. Türler uzun süreli değişmezlik dönemlerinden (stasis) sonra hızlı değişimler gösterirler.166 Bu hızlı değişim, genelde, izole olan küçük popülasyonlarda gerçekleşir. Coğrafi izolasyonun türleşmedeki öneminin en ayrıntılı ve sofistike açıklamasını Eldredge ve Gould teorilerini ortaya koymadan önce Ernst Mayr yapmıştı.167 Bir türün popülasyonu, içinde yapılan çiftleşmelerle belli bir gen havuzunun paylaşıldığı bir birimdir. Eğer bu toplumun belli bir bölümü ayrılıp coğrafi olarak izole olursa, bu gen havuzunda küçük de olsa bir değişiklik olur. Bu yeni gen havuzunu paylaşan gruplarda ortaya çıkan değişikliklerle, bu gruplar, yeni bir tür veya bir alt-tür olarak adlandırılabilecek değişimlere de uğrayabilirler. Hawaii’nin honeycreeper’ında olduğu gibi bir kuşun gagası bu şekilde değişebilir, değişik bölgelerdeki insanların dış görünümlerindeki farklılıkları da bu şekilde açıklayabiliriz. Fakat bir kuşun kanadının veya insanın beyninin ortaya çıkışını bu şekilde açıklamak mümkün değildir. Türlerin melezleşme ve coğrafi izolasyon gibi faktörlerle kısmi değişimlere uğrayacakları yadsınamaz bir gerçektir. Katırın farklılığını inkâr edemeyeceğimiz gibi Hawaii’nin honeycreeper’ındaki farklılaşmayı da inkâr edemeyiz. Fakat daha önce belirttiğim gibi, Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü, türlerdeki ufak farklılaşmaları savunması değildir. Bu, ancak, Linnaeus gibi türlerin sabitliğini savunmuş birine karşı ileri sürülecek bir argümandır; günümüzde, bu anlamda, Linnaeus’un takipçisi ciddi tek bir bilim insanının olduğunu zannetmiyorum. Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü büyük değişimlerin (görmenin ortaya çıkışı veya deniz memelilerinin oluşumu gibi) evrimle oluştuğunu söylemesidir ki, bu şekildeki değişimlerin coğrafi izolasyonla oluştuğunu söylemeye olanak yoktur. Bunların gösterilememesinden daha büyük sorun ise, bu şekildeki oluşumların tesadüfen (rastgele mutasyonlarla) gerçekleşmesinin -olasılıksal açıdan- imkânsız oluşudur.
Ateist-Darwincilik ara geçiş formlarının fosillerinin eksikliği ve kompleks organların bir anda ortaya çıkmasının olasılıksal imkânsızlığı arasında bir ikileme düşmüştür. Ben bu ikileme ‘fosil-olasılık ikilemi’ diyorum. Darwin, ‘fosil-olasılık ikilemi’nde, Huxley’in fosil sorununu çözmeye öncelik veren sıçramalı yaklaşımına karşı olasılık sorununun çözümüne öncelik vermişti. Yeni-Darwincilerin ana doğrultusu, bu ikilemde Darwinci çözüme ağırlık verirken; fosilbilimci Gould, Huxleyci görüşe yaklaşmıştır. Darwin, fosillerdeki eksikliği araştırmaların yetersizliğine dayanan bir savunmayla karşılamaya çalışmıştı.168 Günümüzde ise bu savunmayı yapmak zorlaşmış ve ‘kesintili denge’ kuramı ortaya atılmıştır. Yeni-Darwincilerin birçoğunun soğuk baktığı bu kuram, beraberinde bahsettiğim olasılıksal sorunları getirmektedir. Fred Hoyle’nin bahsettiği kasırgayı daha dar bölgede ama biraz daha uzun estirmek (Richard Goldschmidt’in ‘umulan canavar’ı gibi tek bir bireyde büyük değişiklik yerine; dar bir bölgede, küçük bir toplulukta büyük değişimi beklemek) olasılık sorununu ortadan kaldırmaz. Goldschmidt mikro mutasyonların birikimiyle makro değişikliklerin oluşamayacağını savundu. Bu görüşün en bilinen örneklerinden biriyle açıklamak gerekirse; bir sürüngenin yumurtasından bir gün bir kuş çıkmıştır. Bu makro mutasyonla oluşan canlı için ‘umulan canavar’ (hopeful monster) tanımlaması yapılır. Gould bir yandan Yeni-Darwincilerin Goldschmidt’i karikatürize ettiğini söylerken,169 bir yandan da kendi teorisini ‘umulan canavar’ görüşünden ayırt etmeye çalışır.170 ‘Umulan canavar’ beklentisi ile türleşme, bir türün tek bir bireyinde iken; ‘kesintili denge’ kuramında türleşme, coğrafi olarak izole bir grubun içinde dar bir zaman aralığındadır. Gould, bu dar zaman aralığının, türün sabit kaldığı uzun zaman diliminin % 1’i kadar bir süre olabileceğini söyler.171 Her ne kadar Gould, görüşlerini, Goldschmidt’in görüşlerinden ayırt etmeye çalışsa da sonuçta bu görüş de türlerin bir anda fosil tabakalarında görünmesinden ve ara fosil formlarının olmamasından kaynaklanan sorunu çözmeye yönelmiştir.
‘Kesintili denge’ kuramı fosil sorununu çözmeye ağırlık verdiği için olasılık sorunu ile karşı karşıyadır. Kitabın 4. bölümünde tek bir proteinin oluşumunu izah etmeye tüm evrendeki maddenin, tüm evren-zamanı boyunca yaptığı bileşimlerin bile yetmeyeceğini göstereceğim. Oysa ‘kesintili denge’ kuramında yeni bir proteinin oluşumu şu şekilde açıklanacaktır: “Uzayın çok küçük bir bölümü olan Dünya’nın, küçük bir izole alanında, zaman olarak küçük bir dilimde, küçük bir toplumun genlerinde oluşan değişimlerle yeni protein ortaya çıkmıştır.” Çok daha geniş bir alanda ve zamanda olasılık olarak oluşumu izah edilemeyen yapıları, çok daha dar bir alanda ve zamanda, hem de canlıların üreme hücrelerindeki DNA’lar gibi çok hassas yapılar üzerinde oluşan rastgele değişimlerle açıklamak mümkün değildir. Sonuçta türler arası geçişe dair ara fosil formlarının, dar bir alanda hızlı geçişlerle evrim olduysa bulunmaması elbette daha normal karşılanacaktır. Ama terazinin öbür tarafını bu yaklaşım iyice havaya kaldırır: Olasılık sorunu havadadır.
‘Kesintili denge’ ile ilgili tartışmalar özellikle birçok ateist Yeni-Darwinciyi rahatsız etmiştir. (Aslında bu kuramı ortaya koyanların ve savunanların çoğunun da teizm ile bir ilişiği yoktur.) Ateist kanadın sözcüsü gibi hareket eden Richard Dawkins rahatsızlığını şu satırlarında dışa vurmaktadır: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”172 Dawkins’in bu ifadeleri, objektif bilimsel bir tartışma ortamının oluşmasından çok, ‘evrim anlayışını yerleştirecek’ bir misyonerlik faaliyetinin arzusunu dile getirir gibidir. Dennett de Dawkins gibi ‘kesintili denge’ kuramından o kadar rahatsızdır ki, ünlü kitabı ‘Darwin’s Dangerous Idea’da (Darwin’in Tehlikeli Görüşü) bu görüşe cevap vermeye çalışmak için uzun bölümler ayırmıştır.173 Evrimciliği tartışılmayacak Eldredge ve Gould gibi iki kişinin, Yeni-Darwinizm’in mikro mutasyoncu yaklaşımına ve aşırı adaptasyonculuğu getirdikleri eleştiriler ve geçiş formlarının eksikliğine dikkat çekmeleri şok etkisi yaratmıştır. Türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar, yeni türlerin veya cinslerin veya familyaların bir anda ortaya çıktığını söylemektedirler. ‘Kesintili denge’ kuramında ise dar bir bölgede kısa bir zaman diliminde türlerin oluştuğu söylendiği için; fosillerin incelemesi veya herhangi başka bir bilimsel yöntemle bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu ortaya koyacak bilimsel bir düzenek ve test imkânı oluşturulamaz. ‘Kesintili denge’ kuramıyla ortaya çıkan tartışmalardan da iyice anlaşılmaktadır ki, önce fosiller incelenip sonra Evrim Teorisi’nin doğruluğu ortaya konmamakta; tam tersine, önce Evrim Teorisi’ne inanılmakta ve fosillerin yorumunda bu inanç tümdengelim kaynağı olmakta, canlıların evrimci sınıflandırılmaları bu inanç doğrultusunda oluşturulmaktadır.
‘Kesintili denge’ kuramının hangi ihtiyaçtan ortaya çıktığını incelediğimizde, fosil sorununun Evrim Teorisi açısından önemi ortaya çıkmaktadır. Bu kuram, fosillerle ara geçiş formlarını ortaya koymaktaki yetersizliklerden dolayı ortaya atılmıştır.174 Bu durumuyla da bu yaklaşım mevcut fosilleri açıklayan bir kuram değil, mevcut fosillerden Evrim Teorisi’ni destekleyecek delilleri neden bulamadığımızı açıklamaya çalışan bir kuramdır. ‘Kesintili denge’ kuramı yanlışlanamayan bir teoridir ve objektif bilimsel kriterleri karşılayamaz. Bu teorinin asıl mahareti, mevcut fosil bulgularının Evrim Teorisi’ni yanlışlamasını önlemeye çalışmaktır. Diğer yandan ise ‘fosil-olasılık ikilemi’nde fosil sorununu çözmeye çalışan bu teori, kefenin öbür yanındaki olasılık sorununu daha yukarı taşımaktadır. Gerçi olasılık sorununu, tesadüfi ufak değişimlerle (mikro mutasyonlarla) evrimin oluştuğunu savunan görüşün de aşamadığını kitabın 4. bölümünde göreceğiz. Fakat mikro mutasyoncu yaklaşımı savunanlar, daha geniş bir popülasyona ve zamana evrimi yaymanın, işlerini kolaylaştıracağını düşünmektedirler. Diğer yandan mikro mutasyoncu bir yaklaşım da olasılık sorununu aşmakta yetersiz olduğundan, hiç olmazsa fosillerden gelecek sorunu aşmada kolaylık sağlaması ‘kesintili denge’ kuramının bir avantajıdır. Fakat bu kuram fosilleri, Evrim Teorisi’nin en önemli destekçisi zanneden yaygın kitle görüşünün aksine; fosilleri, halledilmesi, tevil edilmesi gerekli bir sorun olarak gören bir yaklaşımın eseridir. Bu kuramla beraber, en ünlü evrimci fosilbilimcilerin ifadelerinden yola çıkılarak ara fosillerin yokluğu sorununa dikkat çekilmiştir. Oysa Gould’un ifadesine göre, ara geçiş formlarının fosillerinin yokluğuna dair sorun daha önce ‘fosilbilimin ticari sırrı’ (the trade secret of paleontology)idi.175 Dawkins ve Dennett gibi ateist-evrimcileri kızdıran da bu ‘ticari sır’rın açığa çıkartılıp, hasım olarak gördükleri kampa koz verilmesi olsa gerek!
Yakın dönemde fosil kayıtlarındaki bu boşlukları açıklamak için ünlü evrimci biyolog ve fosilbilimciler Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould ‘kesintili denge’ (punctuated equilibrium) kuramını ortaya attılar.164 Bu kuramı onlar dışında Hallam, Raup, Stanley, Vrba gibi ünlü bilim insanları da onaylamaktadır.165 Bu görüşe göre yeni özelliklere sahip türler, Darwin’in ve takipçilerinin zannettiği gibi küçük değişikliklerin bir araya gelmesiyle oluşmaz. Türler uzun süreli değişmezlik dönemlerinden (stasis) sonra hızlı değişimler gösterirler.166 Bu hızlı değişim, genelde, izole olan küçük popülasyonlarda gerçekleşir. Coğrafi izolasyonun türleşmedeki öneminin en ayrıntılı ve sofistike açıklamasını Eldredge ve Gould teorilerini ortaya koymadan önce Ernst Mayr yapmıştı.167 Bir türün popülasyonu, içinde yapılan çiftleşmelerle belli bir gen havuzunun paylaşıldığı bir birimdir. Eğer bu toplumun belli bir bölümü ayrılıp coğrafi olarak izole olursa, bu gen havuzunda küçük de olsa bir değişiklik olur. Bu yeni gen havuzunu paylaşan gruplarda ortaya çıkan değişikliklerle, bu gruplar, yeni bir tür veya bir alt-tür olarak adlandırılabilecek değişimlere de uğrayabilirler. Hawaii’nin honeycreeper’ında olduğu gibi bir kuşun gagası bu şekilde değişebilir, değişik bölgelerdeki insanların dış görünümlerindeki farklılıkları da bu şekilde açıklayabiliriz. Fakat bir kuşun kanadının veya insanın beyninin ortaya çıkışını bu şekilde açıklamak mümkün değildir. Türlerin melezleşme ve coğrafi izolasyon gibi faktörlerle kısmi değişimlere uğrayacakları yadsınamaz bir gerçektir. Katırın farklılığını inkâr edemeyeceğimiz gibi Hawaii’nin honeycreeper’ındaki farklılaşmayı da inkâr edemeyiz. Fakat daha önce belirttiğim gibi, Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü, türlerdeki ufak farklılaşmaları savunması değildir. Bu, ancak, Linnaeus gibi türlerin sabitliğini savunmuş birine karşı ileri sürülecek bir argümandır; günümüzde, bu anlamda, Linnaeus’un takipçisi ciddi tek bir bilim insanının olduğunu zannetmiyorum. Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü büyük değişimlerin (görmenin ortaya çıkışı veya deniz memelilerinin oluşumu gibi) evrimle oluştuğunu söylemesidir ki, bu şekildeki değişimlerin coğrafi izolasyonla oluştuğunu söylemeye olanak yoktur. Bunların gösterilememesinden daha büyük sorun ise, bu şekildeki oluşumların tesadüfen (rastgele mutasyonlarla) gerçekleşmesinin -olasılıksal açıdan- imkânsız oluşudur.
Ateist-Darwincilik ara geçiş formlarının fosillerinin eksikliği ve kompleks organların bir anda ortaya çıkmasının olasılıksal imkânsızlığı arasında bir ikileme düşmüştür. Ben bu ikileme ‘fosil-olasılık ikilemi’ diyorum. Darwin, ‘fosil-olasılık ikilemi’nde, Huxley’in fosil sorununu çözmeye öncelik veren sıçramalı yaklaşımına karşı olasılık sorununun çözümüne öncelik vermişti. Yeni-Darwincilerin ana doğrultusu, bu ikilemde Darwinci çözüme ağırlık verirken; fosilbilimci Gould, Huxleyci görüşe yaklaşmıştır. Darwin, fosillerdeki eksikliği araştırmaların yetersizliğine dayanan bir savunmayla karşılamaya çalışmıştı.168 Günümüzde ise bu savunmayı yapmak zorlaşmış ve ‘kesintili denge’ kuramı ortaya atılmıştır. Yeni-Darwincilerin birçoğunun soğuk baktığı bu kuram, beraberinde bahsettiğim olasılıksal sorunları getirmektedir. Fred Hoyle’nin bahsettiği kasırgayı daha dar bölgede ama biraz daha uzun estirmek (Richard Goldschmidt’in ‘umulan canavar’ı gibi tek bir bireyde büyük değişiklik yerine; dar bir bölgede, küçük bir toplulukta büyük değişimi beklemek) olasılık sorununu ortadan kaldırmaz. Goldschmidt mikro mutasyonların birikimiyle makro değişikliklerin oluşamayacağını savundu. Bu görüşün en bilinen örneklerinden biriyle açıklamak gerekirse; bir sürüngenin yumurtasından bir gün bir kuş çıkmıştır. Bu makro mutasyonla oluşan canlı için ‘umulan canavar’ (hopeful monster) tanımlaması yapılır. Gould bir yandan Yeni-Darwincilerin Goldschmidt’i karikatürize ettiğini söylerken,169 bir yandan da kendi teorisini ‘umulan canavar’ görüşünden ayırt etmeye çalışır.170 ‘Umulan canavar’ beklentisi ile türleşme, bir türün tek bir bireyinde iken; ‘kesintili denge’ kuramında türleşme, coğrafi olarak izole bir grubun içinde dar bir zaman aralığındadır. Gould, bu dar zaman aralığının, türün sabit kaldığı uzun zaman diliminin % 1’i kadar bir süre olabileceğini söyler.171 Her ne kadar Gould, görüşlerini, Goldschmidt’in görüşlerinden ayırt etmeye çalışsa da sonuçta bu görüş de türlerin bir anda fosil tabakalarında görünmesinden ve ara fosil formlarının olmamasından kaynaklanan sorunu çözmeye yönelmiştir.
‘Kesintili denge’ kuramı fosil sorununu çözmeye ağırlık verdiği için olasılık sorunu ile karşı karşıyadır. Kitabın 4. bölümünde tek bir proteinin oluşumunu izah etmeye tüm evrendeki maddenin, tüm evren-zamanı boyunca yaptığı bileşimlerin bile yetmeyeceğini göstereceğim. Oysa ‘kesintili denge’ kuramında yeni bir proteinin oluşumu şu şekilde açıklanacaktır: “Uzayın çok küçük bir bölümü olan Dünya’nın, küçük bir izole alanında, zaman olarak küçük bir dilimde, küçük bir toplumun genlerinde oluşan değişimlerle yeni protein ortaya çıkmıştır.” Çok daha geniş bir alanda ve zamanda olasılık olarak oluşumu izah edilemeyen yapıları, çok daha dar bir alanda ve zamanda, hem de canlıların üreme hücrelerindeki DNA’lar gibi çok hassas yapılar üzerinde oluşan rastgele değişimlerle açıklamak mümkün değildir. Sonuçta türler arası geçişe dair ara fosil formlarının, dar bir alanda hızlı geçişlerle evrim olduysa bulunmaması elbette daha normal karşılanacaktır. Ama terazinin öbür tarafını bu yaklaşım iyice havaya kaldırır: Olasılık sorunu havadadır.
‘Kesintili denge’ ile ilgili tartışmalar özellikle birçok ateist Yeni-Darwinciyi rahatsız etmiştir. (Aslında bu kuramı ortaya koyanların ve savunanların çoğunun da teizm ile bir ilişiği yoktur.) Ateist kanadın sözcüsü gibi hareket eden Richard Dawkins rahatsızlığını şu satırlarında dışa vurmaktadır: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”172 Dawkins’in bu ifadeleri, objektif bilimsel bir tartışma ortamının oluşmasından çok, ‘evrim anlayışını yerleştirecek’ bir misyonerlik faaliyetinin arzusunu dile getirir gibidir. Dennett de Dawkins gibi ‘kesintili denge’ kuramından o kadar rahatsızdır ki, ünlü kitabı ‘Darwin’s Dangerous Idea’da (Darwin’in Tehlikeli Görüşü) bu görüşe cevap vermeye çalışmak için uzun bölümler ayırmıştır.173 Evrimciliği tartışılmayacak Eldredge ve Gould gibi iki kişinin, Yeni-Darwinizm’in mikro mutasyoncu yaklaşımına ve aşırı adaptasyonculuğu getirdikleri eleştiriler ve geçiş formlarının eksikliğine dikkat çekmeleri şok etkisi yaratmıştır. Türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar, yeni türlerin veya cinslerin veya familyaların bir anda ortaya çıktığını söylemektedirler. ‘Kesintili denge’ kuramında ise dar bir bölgede kısa bir zaman diliminde türlerin oluştuğu söylendiği için; fosillerin incelemesi veya herhangi başka bir bilimsel yöntemle bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu ortaya koyacak bilimsel bir düzenek ve test imkânı oluşturulamaz. ‘Kesintili denge’ kuramıyla ortaya çıkan tartışmalardan da iyice anlaşılmaktadır ki, önce fosiller incelenip sonra Evrim Teorisi’nin doğruluğu ortaya konmamakta; tam tersine, önce Evrim Teorisi’ne inanılmakta ve fosillerin yorumunda bu inanç tümdengelim kaynağı olmakta, canlıların evrimci sınıflandırılmaları bu inanç doğrultusunda oluşturulmaktadır.
‘Kesintili denge’ kuramının hangi ihtiyaçtan ortaya çıktığını incelediğimizde, fosil sorununun Evrim Teorisi açısından önemi ortaya çıkmaktadır. Bu kuram, fosillerle ara geçiş formlarını ortaya koymaktaki yetersizliklerden dolayı ortaya atılmıştır.174 Bu durumuyla da bu yaklaşım mevcut fosilleri açıklayan bir kuram değil, mevcut fosillerden Evrim Teorisi’ni destekleyecek delilleri neden bulamadığımızı açıklamaya çalışan bir kuramdır. ‘Kesintili denge’ kuramı yanlışlanamayan bir teoridir ve objektif bilimsel kriterleri karşılayamaz. Bu teorinin asıl mahareti, mevcut fosil bulgularının Evrim Teorisi’ni yanlışlamasını önlemeye çalışmaktır. Diğer yandan ise ‘fosil-olasılık ikilemi’nde fosil sorununu çözmeye çalışan bu teori, kefenin öbür yanındaki olasılık sorununu daha yukarı taşımaktadır. Gerçi olasılık sorununu, tesadüfi ufak değişimlerle (mikro mutasyonlarla) evrimin oluştuğunu savunan görüşün de aşamadığını kitabın 4. bölümünde göreceğiz. Fakat mikro mutasyoncu yaklaşımı savunanlar, daha geniş bir popülasyona ve zamana evrimi yaymanın, işlerini kolaylaştıracağını düşünmektedirler. Diğer yandan mikro mutasyoncu bir yaklaşım da olasılık sorununu aşmakta yetersiz olduğundan, hiç olmazsa fosillerden gelecek sorunu aşmada kolaylık sağlaması ‘kesintili denge’ kuramının bir avantajıdır. Fakat bu kuram fosilleri, Evrim Teorisi’nin en önemli destekçisi zanneden yaygın kitle görüşünün aksine; fosilleri, halledilmesi, tevil edilmesi gerekli bir sorun olarak gören bir yaklaşımın eseridir. Bu kuramla beraber, en ünlü evrimci fosilbilimcilerin ifadelerinden yola çıkılarak ara fosillerin yokluğu sorununa dikkat çekilmiştir. Oysa Gould’un ifadesine göre, ara geçiş formlarının fosillerinin yokluğuna dair sorun daha önce ‘fosilbilimin ticari sırrı’ (the trade secret of paleontology)idi.175 Dawkins ve Dennett gibi ateist-evrimcileri kızdıran da bu ‘ticari sır’rın açığa çıkartılıp, hasım olarak gördükleri kampa koz verilmesi olsa gerek!
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz