EVRİM TEORİSİ’NİN ORTAYA KONDUĞU DÖNEM VE YERDEKİ PARADİGMA
1 sayfadaki 1 sayfası
EVRİM TEORİSİ’NİN ORTAYA KONDUĞU DÖNEM VE YERDEKİ PARADİGMA
‘Paradigma’ terimi bizzat bu terimi popülerleştiren Thomas Kuhn tarafından ünlü kitabı ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bu yüzden bu kitapta benim ‘paradigma’ kavramıyla neyi kastettiğimi belirtmek faydalı olacaktır. ‘Paradigma’ kavramıyla; belli bir dönemde ve bölgede hâkim olan felsefî görüşlerin, bilimdeki gelişme ve yeni anlayışların, teolojideki yaklaşımların, ekonomik koşul ve teorilerin, politik ve sosyolojik ortamın ve diğer belirleyici unsurların hepsinin bir arada bilimsel çalışmanın yapılış şeklini ve kabulünü nasıl etkilediklerini ifade etmeye çalışıyorum. Bu anlama göre Evrim Teorisi; 19. yüzyılda, esas itibarıyla Ingiltere’deki felsefî, bilimsel, teolojik, politik, sosyolojik ortamdaki ‘paradigma’dan etkilenerek ortaya konmuştur. Evrim Teorisi’nin oluşmasında bu paradigmanın önemli olduğunu söylerken, Evrim Teorisi’nin açıklamasının sadece ve sadece bir paradigmanın açıklanmasıyla mümkün olduğunu veya Kuhn gibi, bilimsel bilginin yalnızca belli bir paradigma içinde önemli olduğunu ve objektif bilgi olmadığını (bir paradigmanın dışında o paradigmanın bilgisinin doğruluğu için bir kriter olmadığını) kastetmiyorum. Kuhn’un yaklaşımına tamamıyla katılmasam da onun, bilimsel bilgi ve ilerlemeyle ilgili epistemolojik sorunların, yani çağdaş bilim epistemolojisinin, mutlaka sosyal bir yönü de olduğunu göstermesinin140 çok değerli bir yaklaşım olduğu kanaatindeyim. Bu yüzden Evrim Teorisi’nin bu sosyal boyutunu, felsefî ve bilimsel arka planı ile beraber belirlemeye çalışacağım.
Bir bilginin sosyolojik ortamın etkisiyle oluştuğunu söyleyerek, o bilginin mutlak şekilde objektif olmadığını (evrensel bir bilgi olmadığını, sadece dönemindeki koşulların bilime bir yansıtılması olduğunu) söylemiyorum. Bilgi sosyolojisine dayanan bu yaklaşım, mevcut bilimsel bilgi ve teorinin neden ve hangi ortamda oluştuğunu söyleyebilir, fakat bu teorinin yanlışlanmasını içermez. Fakat bilgi sosyolojisinin bu yaklaşımı, doğru olmayan bir bilimsel bilgi ve teorinin neden oluştuğunu açıklayabilir. Yani yanlış olan bilimsel bir bilgi ve teorinin, neden kabul edilip ortaya konduğunu belirlememizi sağlayabilir. Bazen aynı paradigma içinde ortaya konan bir teori doğru, diğeri ise yanlış olabilir. En zor olan ise bir teorideki yanlış unsurların doğru unsurlara karışmış olduğu durumdur. Böyle bir durum analitik bir incelemeyle doğru ile yanlışı ayırt etmeyi gerektirebilir ki; bu gerçekten de çetin bir uğraştır. Evrim Teorisi’nin belli bir sosyal ortamın yansıması olduğunu, bu teorinin yanlış bir teori olduğu ve sadece belli bir paradigmanın ürünü olduğu için kabul edildiğini göstermek için vurgulayanlar olmuştur.141 Diğer yandan, Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul eden ünlü düşünürlerden birçoğu da bu olguyu kabul etmekle beraber, bu olgu, Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul etmeleri için bir engel teşkil etmemiştir.142 Daha önceden görüldüğü gibi hem Darwin’in hem de Wallace’ın her ikisi de Malthus’tan (iktisada yönelik bir teoriden) etkilenmişlerdir. Friedrich Nietzsche (1844-1900) Darwin’in ‘yaşam mücadelesi’ görüşünü eleştirirken, Darwin’in doğa ile Malthus’u birbirine karıştırdığına vurgu yapar.143 Engels ise Darwin’in teorisinin, Hobbes’un “Insan insanın kurdudur” mantığının, Malthus’un nüfus teorisinin ve burjuvazinin ekonomideki rekabet yaklaşımının doğaya aktarımı olduğunu söyler ve ardından kapitalistlerin önce doğaya aktarılan bu görüşleri, sonra kendilerini meşrulaştırmak için tekrar topluma aktarmalarını eleştirir.144
Jeremy Rifkin, iktisadın en önemli düşünürlerinden Adam Smith’in (1723-1790) 1776’da yazdığı ünlü kitabı ‘Milletlerin Zenginliği’ (The Wealth of Nations) ile Darwin’'in yazdıklarının arasındaki önemli benzerliklere dikkat çeker ve evrimci gelişim düşüncesini, Smith’in ‘işin bölümlere ayrılması’ ile ilgili teorisinin motive ettiğini söyler. Darwin, Smith’in işbölümünün faydaları ve verimliliği artırması ile ilgili görüşlerini biyolog Milne-Edwards’dan aldı.145 Görüldüğü gibi Darwin’in teorisini oluşturmasındaki paradigmanın en etkili unsurlarından bir kısmını, konuyu iyi bilmeyenlerin hiç ummayacakları bir alan olan iktisat teorileri oluşturur. Bu teoriler, Darwin’in yaşadığı Ingiltere’de 19. yüzyılın sosyo-ekonomik şartları ile yakından ilgili oldukları için, sırf soyut teoriler düzeyinde düşünülmemelidirler. Avrupa’nın nüfusu 1750 yılında 140 milyon olmasına karşın, bir asır sonra 266 milyona çıkmıştı. 1750 yılının Ingiltere’sinde doğan her üç çocuktan ikisi beşinci yaş günlerini görememiştir.146 Malthus’un teorisi böyle bir ortamda oluştu ve etkili oldu; onun etkisiyle ise Darwin’in ‘yaşam mücadelesi’ ve ‘doğal seleksiyon’ kavramlarının zihni yapısı vücut buldu. Yarışmacı kapitalizmin oluştuğu yer ve yıllarda bulunmuş olması da Darwin’i etkilemiş olmalıdır, çünkü o dönemde kimi şirketler tekniklerini geliştiriyor, büyüyorlar ve etkilerini artırıyorlardı, kimi şirketler batıyor, eski meslekler ise ölüp gidiyorlardı. Bu tabloyu saptayan ünlü evrimci biyolog John Maynard Smith, Darwin’in daha durgun olan bir feodal toplum içinde yaşamış olması halinde, doğada var olmak için ‘yarışma’ ve ‘savaşım’ gibi kavramların pek aklına gelmeyebileceğini söylemektedir.147 Robert Young, Darwin’in doğada da Ingiliz fabrika sistemine benzer bir işbölümünün geçerli olduğunu keşfettikten sonra, doğru yolda olduğuna daha çok kanaat getirdiğini belirtir. Bu yüzden dönemin kapitalist işverenlerinden birçoğu, Darwin’in teorisini coşkuyla karşılamışlardır. Çünkü o dönem, işçilerin rahatsızlıklarının olduğu, çalışma reformu için baskı yapıldığı, işçi ve işveren ilişkisinde gerilimin en üst düzeyde olduğu bir dönemdi. Burjuvazi, işbölümü sürecini makineleştiren bu yeni fabrika sistemini onaylayacak sağlam bir gerekçeye muhtaçtı. Benzer bir sürecin doğada da var olduğunu söyleyen Darwin, kapitalistlere, yönettikleri ve yararlandıkları bu ekonomik hiyerarşiye karşı işçi sınıfından gelen tehdidi savuşturmaları için en sağlam gerekçeyi sunuyordu.148 Adam Smith’in iktisat teorisinde ‘verimlilik için ayrışma’ kavramını Darwin kullanmıştı ve bu yaklaşım, o dönemin Ingiliz sömürge emperyalizminin işine yaradı.
Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yazdığı yıllarda (1859), Ingiliz Imparatorluğu’nun üzerinde güneşin hiç batmadığı söyleniyordu, Ingiltere dünyadaki oluşumların en önemli aktörüydü. Evrim Teorisi’ni meşrulaştırmak için sömürü düzeninden doğaya (sosyo-politik ve iktisadi düzenden doğaya) analojiler kurulurken, sömürü düzenini meşrulaştırmak için tam tersi yönde, doğadan sömürü düzenine analojiler kuruldu. Bu süreçler bilinçsiz olarak gelişmişse de teorinin kabulünde rol oynadı.149 Adam Smith’e göre bireyler arasındaki yarışa ‘görünmez bir el’ müdahale etmekte, ekonomik pazardaki arz ve talep, güvenilir bir tabiat kanunu tarafından düzenlenmektedir: Tanrı’nın doğayı yaratışı, bu kanunun güvenilirliğinin garantisidir. Adam Smith iktisat teorisini, böylece teolojik bir kökenle birleştirmişti.150 Bu yaklaşıma göre herkesin bireysel menfaatini korumasıyla üretim ve tüketim arası denge sağlanır. Darwin’in doğanın işleyişi üzerine görüşleri, ekonomideki ‘görünmez el’ formülüyle benzeşiyordu. Darwin gerek Smith gerekse Malthus’la, toplumda olduğu gibi doğada da her bireyin kendi çıkarlarını en üst düzeye yükseltme ve sınırlı kaynaklar içinde diğerleriyle giriştiği hayat mücadelesinde ayakta kalma amacını gerçekleştirmeye çalıştığında hemfikirdi. Darwin’in temel problemi böyle bir birey eyleminin nasıl olup da bir bütün işleyiş ağı oluşturduğunu anlamaya çalışmaktı. Smith’in ‘bırakınız-yapsınlar’ merkezli yarışmacı ekonomisi, Malthus’un ‘nüfus analizi’ ile kendisinin ‘doğal seleksiyon’ teorisi arasında kurduğu paralel ilişkiyle teorisini oluşturdu.151 Darwin, tıpkı ekonomik alanda arz ve talebi düzenleyip dengeleyen bir kanunun işlemesi gibi, doğada da dengeleyici benzer bir kanunun (doğal seleksiyonun) var olduğu sonucuna ulaştı.
Darwin, Ingiliz sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağlamıştır. O; “Farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü bünyenin (yani insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücadele başlar... Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir” diyordu. Ingilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini düşündükleri için güven tazeliyorlardı ve tabii ki bu durum teorinin ilk ortaya konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur.152 Darwin’in yaşam sürecinde Ingiltere, Fransa ile savaşıyordu (1808-1814), Napolyon 1815’te Waterloo’da yenilmişti. Ingiltere’nin Ortadoğu ve Uzakdoğu’da savaşları vardı, Amerika’da sivil savaş (1861-1865) oluyordu. Savaşla beraber endüstri devriminin gerçekleştiği bu çağ bazılarına göre zamanların en iyisiydi. Bazılarına göre ise zamanların en kötüsüydü, örneğin Charles Dickens ‘İki Şehrin Hikâyesi’ isimli eserinde bu düşünceyi ifade etti. Özellikle Waterloo savaşını takip eden yirmi yılın, İngiltere kırsal alanının en kötü dönemi olduğu söylenir.153 19. yüzyılın İngiltere’si, aynı zamanda, endüstriyel ilerlemenin, vahşi kapitalizmin (Marx komünizme dair fikirlerini bu dönem Ingiltere’sini gözleyerek geliştirdi), bireysel teşebbüsün serbestliğini savunan liberal görüşlerin hâkim olduğu bir yerdi. Işte böyle bir ortamda ‘yaşam mücadelesi’ içinde ‘en güçlünün yaşaması’ ve ‘güçsüzlerin elenmesi’ne dayalı ‘doğal seleksiyon’ fikri oluştu. Darwin, Wallace, Spencer gibi ‘doğal seleksiyon’ fikrini ortaya koyanların hepsinin de İngiltere’de aynı dönemde yaşamış olması ve aynı fikri (birbirlerinden bağımsız geliştirdikleri söylenir) ileri sürmelerini herhalde tesadüfle açıklamak çok zordur. Bu olgu, doğal seleksiyona dayalı Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu paradigmayı iyi tanımamız gerektiğinin önemli bir delilidir.
Darwin’in içinde yaşadığı dönemde endüstri devrimi ile beraber ‘ilerleme’ fikri halkın her tabakasında yaygınlaşmıştı. Sosyo-ekonomik alanda ve teknolojik gelişmede gözlemlenen ‘ilerlemeci evrim’ fikri, felsefe alanında Schelling, Hegel ve Comte gibi filozofların felsefesindeki ‘ilerlemeci evrim’ görüşüyle birleşiyordu. Bu teori ortaya konduğunda halkın geniş tabakalarından entelektüellerine kadar geniş bir kesimin zihninde ‘evrim’ fikri zaten vardı. Kant-Laplace ile gök cisimlerinin oluşumunun evrimi ve Lyell gibi bilim insanlarıyla yerkürenin evrimi hakkındaki evrimsel yaklaşımlar, sosyo-ekonomi ve felsefe alanının dışında bilimde de ‘evrim’ görüşünü yaygınlaştırmıştı. Bu da ‘evrim’ kavramının 19. yüzyılda özellikle İngiltere’de hâkim bir kavram olmasına yol açtı. Marx ve Engels’in, tarihin evrimine ve sınıf kavgasına dayalı komünist felsefelerini bu yüzyılın Ingiltere’sini (aynı paradigma içinde) gözlemleyerek geliştirmelerini de tesadüf olarak göremeyiz. Felsefe, fizik, yerbilimi, sosyoloji, iktisat, tarih gibi alanlarda oluşan ‘evrim’ kavramı, canlıların dünyasındaki karşılığını Darwin ve Wallace gibi isimlerin çalışmalarında buldu. Evrimin mekanizması olarak görülen ‘doğal seleksiyon’ da, daha önce belirtildiği gibi çağın olayları, iktisat ve sosyolojisi gibi unsurlarla uyumluydu.
Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemde, Newton fiziğinin ve felsefe ile bilimde mekanist yaklaşımın hâkimiyeti vardı. Teologların bir çoğu evrenin mekanik işleyişini, Tanrı’nın yaratışında bir araç olarak görerek; Tanrısal yaratma ile gayeselliği ve mekanist yaklaşımı uzlaştırmışlardı. Bu yüzden ‘doğal seleksiyon’u ortaya ilk koyan Wallace, mekanik prensiplerle işleyen bir biyolojik düzen ile ‘tasarım’ arasında bir çelişki görmedi. Fakat mekanist yaklaşımı Tanrısal yaratmaya karşı gören pozitivistler; Evrim Teorisi’nin metafizik unsurları dışladığı kanaatine varıp, bu teoriyi kendi paradigmalarının tamamlayıcısı olarak gördüler. Diğer yandan pozitivizmin kurucusu Comte’un, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni reddetmesi gibi olgular, gerek aynı tipteki bir teolojik yaklaşımla, gerekse pozitivist yaklaşımla herkesin aynı sonuçları çıkarsamadığının ilginç ve bizi acele ile yapılan genellemelerden koruması gereken örneklerdir. Aynı paradigma içinde herkes aynı sonuçlara varmamıştır, paradigmanın çekim kanunu gibi mutlak belirleyici bir fiziksel kuvveti yoktur; fakat önemli belirleyici bir etkisi olduğu ve bunun da göz ardı edilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Her bilimsel çalışma bir toplumda yapılır. Bu yüzden sosyolojik ortamdan bağımsız bir bilimsel çalışma olamaz. Bilimsel çalışma yapılırken belirlenen ilkelerde de toplumun rolü vardır. Çalışmaların kabul edilip toplumsallaşmasında ise toplumun değerleri ve menfaatleri ile toplumu yönlendiren siyaset gibi kurumların etkisi vardır. Tüm bu unsurlar objektif bilgiye ulaşmak arzusunda olan bilimin önünde ciddi engellerdir. Objektif bilgi; menfaatlere, mevcut siyasete, kültüre veya peşinen kabul edilmiş ilkelere aykırı olabilir. Toplumdan soyutlanmış bilgi olamayacağı için, elde edilen bilginin objektifliğini belirlemekte birçok defa önemli zorluklar olmaktadır. Çünkü bu bilgiyi değerlendiren ‘biz’ de toplumun bir parçası olarak; kabul edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle kuşatılmış bulunmaktayız.
Bir bilginin sosyolojik ortamın etkisiyle oluştuğunu söyleyerek, o bilginin mutlak şekilde objektif olmadığını (evrensel bir bilgi olmadığını, sadece dönemindeki koşulların bilime bir yansıtılması olduğunu) söylemiyorum. Bilgi sosyolojisine dayanan bu yaklaşım, mevcut bilimsel bilgi ve teorinin neden ve hangi ortamda oluştuğunu söyleyebilir, fakat bu teorinin yanlışlanmasını içermez. Fakat bilgi sosyolojisinin bu yaklaşımı, doğru olmayan bir bilimsel bilgi ve teorinin neden oluştuğunu açıklayabilir. Yani yanlış olan bilimsel bir bilgi ve teorinin, neden kabul edilip ortaya konduğunu belirlememizi sağlayabilir. Bazen aynı paradigma içinde ortaya konan bir teori doğru, diğeri ise yanlış olabilir. En zor olan ise bir teorideki yanlış unsurların doğru unsurlara karışmış olduğu durumdur. Böyle bir durum analitik bir incelemeyle doğru ile yanlışı ayırt etmeyi gerektirebilir ki; bu gerçekten de çetin bir uğraştır. Evrim Teorisi’nin belli bir sosyal ortamın yansıması olduğunu, bu teorinin yanlış bir teori olduğu ve sadece belli bir paradigmanın ürünü olduğu için kabul edildiğini göstermek için vurgulayanlar olmuştur.141 Diğer yandan, Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul eden ünlü düşünürlerden birçoğu da bu olguyu kabul etmekle beraber, bu olgu, Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul etmeleri için bir engel teşkil etmemiştir.142 Daha önceden görüldüğü gibi hem Darwin’in hem de Wallace’ın her ikisi de Malthus’tan (iktisada yönelik bir teoriden) etkilenmişlerdir. Friedrich Nietzsche (1844-1900) Darwin’in ‘yaşam mücadelesi’ görüşünü eleştirirken, Darwin’in doğa ile Malthus’u birbirine karıştırdığına vurgu yapar.143 Engels ise Darwin’in teorisinin, Hobbes’un “Insan insanın kurdudur” mantığının, Malthus’un nüfus teorisinin ve burjuvazinin ekonomideki rekabet yaklaşımının doğaya aktarımı olduğunu söyler ve ardından kapitalistlerin önce doğaya aktarılan bu görüşleri, sonra kendilerini meşrulaştırmak için tekrar topluma aktarmalarını eleştirir.144
Jeremy Rifkin, iktisadın en önemli düşünürlerinden Adam Smith’in (1723-1790) 1776’da yazdığı ünlü kitabı ‘Milletlerin Zenginliği’ (The Wealth of Nations) ile Darwin’'in yazdıklarının arasındaki önemli benzerliklere dikkat çeker ve evrimci gelişim düşüncesini, Smith’in ‘işin bölümlere ayrılması’ ile ilgili teorisinin motive ettiğini söyler. Darwin, Smith’in işbölümünün faydaları ve verimliliği artırması ile ilgili görüşlerini biyolog Milne-Edwards’dan aldı.145 Görüldüğü gibi Darwin’in teorisini oluşturmasındaki paradigmanın en etkili unsurlarından bir kısmını, konuyu iyi bilmeyenlerin hiç ummayacakları bir alan olan iktisat teorileri oluşturur. Bu teoriler, Darwin’in yaşadığı Ingiltere’de 19. yüzyılın sosyo-ekonomik şartları ile yakından ilgili oldukları için, sırf soyut teoriler düzeyinde düşünülmemelidirler. Avrupa’nın nüfusu 1750 yılında 140 milyon olmasına karşın, bir asır sonra 266 milyona çıkmıştı. 1750 yılının Ingiltere’sinde doğan her üç çocuktan ikisi beşinci yaş günlerini görememiştir.146 Malthus’un teorisi böyle bir ortamda oluştu ve etkili oldu; onun etkisiyle ise Darwin’in ‘yaşam mücadelesi’ ve ‘doğal seleksiyon’ kavramlarının zihni yapısı vücut buldu. Yarışmacı kapitalizmin oluştuğu yer ve yıllarda bulunmuş olması da Darwin’i etkilemiş olmalıdır, çünkü o dönemde kimi şirketler tekniklerini geliştiriyor, büyüyorlar ve etkilerini artırıyorlardı, kimi şirketler batıyor, eski meslekler ise ölüp gidiyorlardı. Bu tabloyu saptayan ünlü evrimci biyolog John Maynard Smith, Darwin’in daha durgun olan bir feodal toplum içinde yaşamış olması halinde, doğada var olmak için ‘yarışma’ ve ‘savaşım’ gibi kavramların pek aklına gelmeyebileceğini söylemektedir.147 Robert Young, Darwin’in doğada da Ingiliz fabrika sistemine benzer bir işbölümünün geçerli olduğunu keşfettikten sonra, doğru yolda olduğuna daha çok kanaat getirdiğini belirtir. Bu yüzden dönemin kapitalist işverenlerinden birçoğu, Darwin’in teorisini coşkuyla karşılamışlardır. Çünkü o dönem, işçilerin rahatsızlıklarının olduğu, çalışma reformu için baskı yapıldığı, işçi ve işveren ilişkisinde gerilimin en üst düzeyde olduğu bir dönemdi. Burjuvazi, işbölümü sürecini makineleştiren bu yeni fabrika sistemini onaylayacak sağlam bir gerekçeye muhtaçtı. Benzer bir sürecin doğada da var olduğunu söyleyen Darwin, kapitalistlere, yönettikleri ve yararlandıkları bu ekonomik hiyerarşiye karşı işçi sınıfından gelen tehdidi savuşturmaları için en sağlam gerekçeyi sunuyordu.148 Adam Smith’in iktisat teorisinde ‘verimlilik için ayrışma’ kavramını Darwin kullanmıştı ve bu yaklaşım, o dönemin Ingiliz sömürge emperyalizminin işine yaradı.
Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yazdığı yıllarda (1859), Ingiliz Imparatorluğu’nun üzerinde güneşin hiç batmadığı söyleniyordu, Ingiltere dünyadaki oluşumların en önemli aktörüydü. Evrim Teorisi’ni meşrulaştırmak için sömürü düzeninden doğaya (sosyo-politik ve iktisadi düzenden doğaya) analojiler kurulurken, sömürü düzenini meşrulaştırmak için tam tersi yönde, doğadan sömürü düzenine analojiler kuruldu. Bu süreçler bilinçsiz olarak gelişmişse de teorinin kabulünde rol oynadı.149 Adam Smith’e göre bireyler arasındaki yarışa ‘görünmez bir el’ müdahale etmekte, ekonomik pazardaki arz ve talep, güvenilir bir tabiat kanunu tarafından düzenlenmektedir: Tanrı’nın doğayı yaratışı, bu kanunun güvenilirliğinin garantisidir. Adam Smith iktisat teorisini, böylece teolojik bir kökenle birleştirmişti.150 Bu yaklaşıma göre herkesin bireysel menfaatini korumasıyla üretim ve tüketim arası denge sağlanır. Darwin’in doğanın işleyişi üzerine görüşleri, ekonomideki ‘görünmez el’ formülüyle benzeşiyordu. Darwin gerek Smith gerekse Malthus’la, toplumda olduğu gibi doğada da her bireyin kendi çıkarlarını en üst düzeye yükseltme ve sınırlı kaynaklar içinde diğerleriyle giriştiği hayat mücadelesinde ayakta kalma amacını gerçekleştirmeye çalıştığında hemfikirdi. Darwin’in temel problemi böyle bir birey eyleminin nasıl olup da bir bütün işleyiş ağı oluşturduğunu anlamaya çalışmaktı. Smith’in ‘bırakınız-yapsınlar’ merkezli yarışmacı ekonomisi, Malthus’un ‘nüfus analizi’ ile kendisinin ‘doğal seleksiyon’ teorisi arasında kurduğu paralel ilişkiyle teorisini oluşturdu.151 Darwin, tıpkı ekonomik alanda arz ve talebi düzenleyip dengeleyen bir kanunun işlemesi gibi, doğada da dengeleyici benzer bir kanunun (doğal seleksiyonun) var olduğu sonucuna ulaştı.
Darwin, Ingiliz sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağlamıştır. O; “Farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü bünyenin (yani insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücadele başlar... Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir” diyordu. Ingilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini düşündükleri için güven tazeliyorlardı ve tabii ki bu durum teorinin ilk ortaya konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur.152 Darwin’in yaşam sürecinde Ingiltere, Fransa ile savaşıyordu (1808-1814), Napolyon 1815’te Waterloo’da yenilmişti. Ingiltere’nin Ortadoğu ve Uzakdoğu’da savaşları vardı, Amerika’da sivil savaş (1861-1865) oluyordu. Savaşla beraber endüstri devriminin gerçekleştiği bu çağ bazılarına göre zamanların en iyisiydi. Bazılarına göre ise zamanların en kötüsüydü, örneğin Charles Dickens ‘İki Şehrin Hikâyesi’ isimli eserinde bu düşünceyi ifade etti. Özellikle Waterloo savaşını takip eden yirmi yılın, İngiltere kırsal alanının en kötü dönemi olduğu söylenir.153 19. yüzyılın İngiltere’si, aynı zamanda, endüstriyel ilerlemenin, vahşi kapitalizmin (Marx komünizme dair fikirlerini bu dönem Ingiltere’sini gözleyerek geliştirdi), bireysel teşebbüsün serbestliğini savunan liberal görüşlerin hâkim olduğu bir yerdi. Işte böyle bir ortamda ‘yaşam mücadelesi’ içinde ‘en güçlünün yaşaması’ ve ‘güçsüzlerin elenmesi’ne dayalı ‘doğal seleksiyon’ fikri oluştu. Darwin, Wallace, Spencer gibi ‘doğal seleksiyon’ fikrini ortaya koyanların hepsinin de İngiltere’de aynı dönemde yaşamış olması ve aynı fikri (birbirlerinden bağımsız geliştirdikleri söylenir) ileri sürmelerini herhalde tesadüfle açıklamak çok zordur. Bu olgu, doğal seleksiyona dayalı Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu paradigmayı iyi tanımamız gerektiğinin önemli bir delilidir.
Darwin’in içinde yaşadığı dönemde endüstri devrimi ile beraber ‘ilerleme’ fikri halkın her tabakasında yaygınlaşmıştı. Sosyo-ekonomik alanda ve teknolojik gelişmede gözlemlenen ‘ilerlemeci evrim’ fikri, felsefe alanında Schelling, Hegel ve Comte gibi filozofların felsefesindeki ‘ilerlemeci evrim’ görüşüyle birleşiyordu. Bu teori ortaya konduğunda halkın geniş tabakalarından entelektüellerine kadar geniş bir kesimin zihninde ‘evrim’ fikri zaten vardı. Kant-Laplace ile gök cisimlerinin oluşumunun evrimi ve Lyell gibi bilim insanlarıyla yerkürenin evrimi hakkındaki evrimsel yaklaşımlar, sosyo-ekonomi ve felsefe alanının dışında bilimde de ‘evrim’ görüşünü yaygınlaştırmıştı. Bu da ‘evrim’ kavramının 19. yüzyılda özellikle İngiltere’de hâkim bir kavram olmasına yol açtı. Marx ve Engels’in, tarihin evrimine ve sınıf kavgasına dayalı komünist felsefelerini bu yüzyılın Ingiltere’sini (aynı paradigma içinde) gözlemleyerek geliştirmelerini de tesadüf olarak göremeyiz. Felsefe, fizik, yerbilimi, sosyoloji, iktisat, tarih gibi alanlarda oluşan ‘evrim’ kavramı, canlıların dünyasındaki karşılığını Darwin ve Wallace gibi isimlerin çalışmalarında buldu. Evrimin mekanizması olarak görülen ‘doğal seleksiyon’ da, daha önce belirtildiği gibi çağın olayları, iktisat ve sosyolojisi gibi unsurlarla uyumluydu.
Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemde, Newton fiziğinin ve felsefe ile bilimde mekanist yaklaşımın hâkimiyeti vardı. Teologların bir çoğu evrenin mekanik işleyişini, Tanrı’nın yaratışında bir araç olarak görerek; Tanrısal yaratma ile gayeselliği ve mekanist yaklaşımı uzlaştırmışlardı. Bu yüzden ‘doğal seleksiyon’u ortaya ilk koyan Wallace, mekanik prensiplerle işleyen bir biyolojik düzen ile ‘tasarım’ arasında bir çelişki görmedi. Fakat mekanist yaklaşımı Tanrısal yaratmaya karşı gören pozitivistler; Evrim Teorisi’nin metafizik unsurları dışladığı kanaatine varıp, bu teoriyi kendi paradigmalarının tamamlayıcısı olarak gördüler. Diğer yandan pozitivizmin kurucusu Comte’un, Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni reddetmesi gibi olgular, gerek aynı tipteki bir teolojik yaklaşımla, gerekse pozitivist yaklaşımla herkesin aynı sonuçları çıkarsamadığının ilginç ve bizi acele ile yapılan genellemelerden koruması gereken örneklerdir. Aynı paradigma içinde herkes aynı sonuçlara varmamıştır, paradigmanın çekim kanunu gibi mutlak belirleyici bir fiziksel kuvveti yoktur; fakat önemli belirleyici bir etkisi olduğu ve bunun da göz ardı edilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Her bilimsel çalışma bir toplumda yapılır. Bu yüzden sosyolojik ortamdan bağımsız bir bilimsel çalışma olamaz. Bilimsel çalışma yapılırken belirlenen ilkelerde de toplumun rolü vardır. Çalışmaların kabul edilip toplumsallaşmasında ise toplumun değerleri ve menfaatleri ile toplumu yönlendiren siyaset gibi kurumların etkisi vardır. Tüm bu unsurlar objektif bilgiye ulaşmak arzusunda olan bilimin önünde ciddi engellerdir. Objektif bilgi; menfaatlere, mevcut siyasete, kültüre veya peşinen kabul edilmiş ilkelere aykırı olabilir. Toplumdan soyutlanmış bilgi olamayacağı için, elde edilen bilginin objektifliğini belirlemekte birçok defa önemli zorluklar olmaktadır. Çünkü bu bilgiyi değerlendiren ‘biz’ de toplumun bir parçası olarak; kabul edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle kuşatılmış bulunmaktayız.
Geri: EVRİM TEORİSİ’NİN ORTAYA KONDUĞU DÖNEM VE YERDEKİ PARADİGMA
Tüm bunlar, objektif bilimsel bilgiye ulaşmanın imkânsız olduğu anlamına gelmez. Paradigmanın, bilgiye ulaşma ve bilginin kabulünde zorlaştırıcı veya kolaylaştırıcı etkisi olduğunu, ele aldığımız bilginin kabul veya reddinin, bilginin doğruluk veya yanlışlığından bağımsız olarak paradigmaya bağlı olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Bu ise bizi, bir bilgiyi (veya teoriyi) değerlendirmek için, o bilginin ortaya konduğu paradigmayı bilmemiz gerektiği sonucuna götürür. Bu yüzden Evrim Teorisi’nin içinde yer aldığı paradigmayı ele aldım. Paradigma, bilimsel çalışmayı etkileyen tüm çerçeveyi ifade ettiği ve bu çerçevenin unsurları kendi aralarında da etkileşim içinde oldukları için, bir paradigmayı kusursuz şekilde ortaya koymakta büyük zorluklar vardır. Hele canlıların Evrim Teorisi gibi, teolojiden bilime, felsefeden siyasete kadar geniş bir alanda etkisi olan bir teori söz konusuysa, bu zorluk iyice artar. Evrim Teorisi’ne dayalı olarak topluma yön vermeye çalışanlar ‘olan’dan (doğadan) ‘olmalı’ya (etik alanına) sıçranamayacağına dair felsefî itiraza takılırlar; ama diğer yandan ideolojiden yani ‘olmalı’dan Evrim Teorisi’ne yani ‘olan’a doğru geçiş yapıldığı ve bu geçişin de meşru olmadığı bilinmelidir. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu paradigmayı belirlemekten daha önemli olan ise Evrim Teorisi’nin bilimsel iddialarının ne kadarının gerçekten de bilimsel bilgi olduğunu, ne kadarının ise sadece mevcut paradigmanın canlılar dünyasına yansıtılmasından ibaret olduğunun saptanmasıdır.
Similar topics
» EVRİM TEORİSI’Nİ REDDEDENLERİN SINIFLANDIRILMASI
» YASALAR VE EVRİM TEORİSİ
» KUR’AN’DA EVRİM TEORİSİ’NE İŞARET VAR MI?
» ÖNGÖRÜ VE EVRİM TEORİSİ
» YANLIŞLAMACILIK VE EVRİM TEORİSİ
» YASALAR VE EVRİM TEORİSİ
» KUR’AN’DA EVRİM TEORİSİ’NE İŞARET VAR MI?
» ÖNGÖRÜ VE EVRİM TEORİSİ
» YANLIŞLAMACILIK VE EVRİM TEORİSİ
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz